Pazar, Ekim 31, 2010

Kurt kocayınca bana havale ediyorlar



İhtiyarlık zor zanaat. Güçten düşmek var, insanların yardımına ihtiyaç duymak var, akıl bulanmaların sonucu elalemin maskarası olmak var. Milletin ihtiyarlık planları nedir bilmiyorum ama benimki fazla ihtiyarlamamak, ona göre yaşıyorum. Bir süredir Erbakan’ın siyaset sahnesine tekerlekli sandalyesiyle birlikte dönüş yapmasıyla ilgili bir şeyler yazmayı düşünüyordum ama ne yazsam ağır olacaktı. Hafifi bugün geldi; hoca demiş ki “devrim arabasını ben yaptım hem de tek başıma”. Evet evet hani şu bildiğiniz meşhur ilk yerli otomobil olan “Devrim’den” söz ediyoruz. İlerlemiş yaş, mazur görmek lazım. Biliyorsunuz geçenlerde bu otomobille ilgili bir belgesel yapılmıştı. O belgeselin 2 yıllık araştırması boyunca hocanın adına tek bir satır belgede bile rastlanmamış, hani oradan geçerken bile gören olmamış. Yani haber doğru, Devrim’i hoca yapmış, gidin temizleyin altını.

Pazar, Ekim 24, 2010

En güzeli 'Tipitip' askerlik

Benim de canı yanan arkadaşlarım var bu askerlik mevzusundan. Ben yaptım geldim tuzum kuru açıkçası. Yine de bu belirsizliğin beklentileri olan insanlar üzerinde olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. Son 1 yılda artık neredeyse her ay, ondan önce de daha seyrek olmakla beraber mütemadiyen bu askerlik meselesi pişirilip pişirilip önümüze koyuldu. Politikacıların attığı adımlarda alt metinleri okuma konusunda becerikli görürüm kendimi. Onlar ‘Ankara’ derken aslında ne demek istediklerini, ‘kuzeyi’ gösterirken ne yönü gizlemek istediklerini görebilen bir içgüdüm olduğuna inanıyorum.

Anlayamadığım, göremediğim şeylerden biri şu askerlik meselesini niye temcit pilavına çevirdikleri. Yani TSK ile böyle bir çalışma yapıyor olabilirsin, bir niyetin olabilir ve süre üzerinden pazarlık yürütüyor olabilirsin, peki bitmemiş bir pazarlığı neden sürekli kamuoyu gündemine taşır insancıkları şaşkın ördeğe çevirirsin? Maksat TSK üzerinde kamuoyu baskısı yaratmak ve bu yolla pazarlıklarda avantaj elde etmekse bir tarafınızla gülüp geçiniz. Olmaz o iş.

Tek tip askerlik, çok fit askerlik derken resmen tik sahibi ettiler insanları. Amaç askerlik süresi mevzusunun doğrudan ilgilendirdiği halihazırda silah altında olan 1 milyona yakın, hazır durumda olan başka milyonlarca gencin beynini mıcıklamaksa, başarıyorlar. Aptala dönmüş onlarca insan var çevremizde, vurgun yemiş gibi bir o habere bir bu habere inanıp cücük kadar hakim oldukları geleceklerini planlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca tazecik insanın beynini sündürdüler, amaç buysa, ‘görev tamamlandı.’

Benim önerim ‘Tipitip askerlik’ olması yönünde. Bizim kuşak ve yukarısı herkes hatırlar kendisini. Bilgisayarlı analizler yapılsın, tipi Tipitip’e tutanlar askere alınsın, tutmayanlar da işine gücüne baksın.

Perşembe, Ekim 21, 2010

Fatmagül bir gün, beyinlerimiz her gün..


Ne tecavüzcü milletmişiz yahu.. Bir saf akıl yürütme var bizim memlekette, Müslüman ülkeyiz ya ‘avrupada ahlak çökmüş arkadaş, bizim gibi namuslu değiller.” Bu akıl yürütmeyi yapan safdiller tabii günde en az 6 gazeteyi didik didik okumak için benim gibi en az 3-4 saatlerini harcamıyorlar. Bu saflığın sosyolojik açıdan izahını üstlenmeyeceğim, zira bu memlekette olan biten her şey artık beni öylesine yoruyor ki, kaçıp gitmekten başka bir şey düşünemez oldum. Radikal’den Pınar Öğünç yazmış, tereddütsüz altına imzamı çakarım bu sözlerin;

“Öyle durumlar oluyor ki, o gazete kupürünü, televizyon haberini, her neyse yanınıza alıp herhangi bir ülkenin konsolosluğuna başvursanız, size sorgusuz sualsiz iltica hakkı verirler, bu ülkede yaşanamayacağına tereddütsüz onlar da ikna olur.”

Diziyi izlemedim, meşhur olan tecavüz sahnesini de. Uğruna yazılmış o kadar çok şey okudum ki, izlememe gerek bile kalmadı. O yazılıp çizilenlerin de dizi yapımcılarının tam da istediği şey olduğunun farkındayım. Elden bir şey gelmiyor. Bizim memlekete has bir hastalıktır, ‘suyunu çıkarırız biz ölesiye.’ Cem Yılmaz bir espri yapar, 73 milyon ağız sakız gibi çiğneye çiğneye canını çıkarır, o da yetmez 5 kat daha bayat bir hale gelene kadar da versiyonları türetilir. Bu tecavüz meselesinde de böyle oldu, üretilen iğrençlikleri akıl izah edemiyor lakin türemeye de devam ediyor.


Buyurun buradan yakın. Fatmagül’ün şişmesi yapılıyormuş, patentini de almışlar hatta. Haberi yapan gazetemsi kağıt parçasının cin fikirli muhabir bozmasının yumurtlaması mıdır yoksa diğer cin fikirli kıt akıllı üretici firmanın sloganı mı bilmem, “ister tecavüz et, ister koynuna al yat.”

Kaçın kurtarın kendinizi, eline almış, niyeti bozmuş bir güruh var peşinize düşmüş ve hiçbir yer güvenli değil. TV ekranında o ‘şey’ler Fatmagül’e değil dimağınıza kaldırılmıştır, sürekli olarak da girip çıkmaktadır. Hala yakalanmadıysanız da bir kuytuda sizi bulmaları an meselesidir.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

Bir yıldız kaydı, haydi dilek tut


20 Ekim öğleni, Arif Damar'ı kaybettik. Dünyayı şiir gözüyle görebilen bir yürek daha uçup gitti.

Gitme Kal...

Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
"GİTME KAL" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir

Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir incir ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir

Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir

Ne’çok severdik seni aklına getir

Arif Damar

Salı, Ekim 19, 2010

Kürtçe tercüman, bilinmeyen bir dil

KCK Davası dün başladı. Bilmeyenler için açıklayamayacağım. Ben bu davanın mevcut hali itibariyle de sonuçları bakımından da ülke tarihine kazınacağını, yıllarca süreceğini düşünüyorum. Sanırım sadece dava değil sonuçlarının da etkisi yıllarca toplumsal hafızamızdan silinmeyecek. Tavrımın ucunu da böylece açık bırakır kaçarım. Bu yazı, başka bir meseleyle ilgili.

Vurgulamak istediğim nokta; şu dil meselesi. Dün avukatlar, sanıkların savunmalarını ana dilde yapma taleplerini mahkeme heyetine iletti. Sanıklar Türkçe ve Kürtçe akıcı biçimde konuşabildikleri halde, davanın siyasi içeriğine dikkat çekerek salonda anadillerini kullanmak, “anadilde savunma yapabilme hakkını” vurgulamak istiyorlar. Aslında bunun önünde hukuki bir engel yok, CMUK’a göre talep uygun. Bu talep geldiğinde mahkemenin sanığa bir tercüman temin etmesi gerekiyor, usul bu, mahkeme salonlarımız da bunu ilk kez yaşamıyor. Davanın pek sevgili heyeti bu taleple ilgili kararını bugüne bıraktı. Ben de ‘bağımsız-bağlantısız’ yargı olsam, özgür irademle ve hukuk çerçevesinde böyle bir talebi karara bağlamaz, keyifleri nasıl arzuluyor diye akşam önce ağabeylerime sorardım!!!

Daha önce de mahkemelerde sanıkların Kürtçe savunma yaptıkları ve tercümanlar aracılığıyla yerinde çevirilen savunmaların tutanaklara bu şekilde geçtiği oldu. Ben şuan kendimi okuyor olsam nerede ‘ama’ diyecek diye içimden geçirirdim, işte o ama noktası; resmi ideolojiye göre hala Kürt diye bir millet olmadığı için, Kürtçe diye bir dil de yok. Örneğin tek kelime Türkçe bilmeyen bir şahıs mahkemeye çıktığında, mahkeme kendisine bir Kürtçe-Türkçe tercüman temin edebiliyor fakat kayıtlara bu savunma “bilinmeyen bir dilde yapılmıştır” notuyla düşüyor. “resmi ideoloji” bilmediği dilin tercümanını attık-tuttu metoduyla buluyor olsa gerek, her defasında Kürtçe tercüman geliyor fakat dilin ‘ne idüğü’ bilinmiyor.

Sanırım 1999 yılında bir yerlerde okumuştum böyle bir hikayeyi. Doğu illerinde ihtiyar bir amcamızın işi mahkemeye düşüyor. Amca tek kelime Türkçe ne konuşabiliyor ne de anlıyor. Hala resmi olarak Kürtçe tercüman olmasa da her zaman olduğu gibi bir tercüman bulunuyor. Amcamız savunmasını yapıyor, Kürtçe tercümanı çeviriyor. Her şey bittiğinde hakim tutanağa ‘bilinmeyen bir dille yaptığı savunmasında’ diye not düşecekken tercüman devreye giriyor. Hakime ‘sanığın dilinin Kürtçe olduğunu, kendisinin de dilin Kürtçe olduğu bilinerek tercümanlık için çağırıldığını, bu nedenle tutanaklara da dilin bilinmeyen dil olarak değil ‘Kürtçe’ olarak not düşülmesi gerektiğini” söylüyor. Yaşanan çetin tartışmalar neticesinde hakim sonunda pes etmek zorunda kalıyor ve tespiti patlatıyor; “tercümanın Kürtçe olduğunu iddia ettiği bir dilde savunma yapmıştır.”

KCK davası memlekette neleri çözer bilmiyorum. Sanıklara izin verilsin ya da verilmesin bu coğrafyada 6bin yıllık geçmişi olan bir kültürün ve dilin bu davanın sonunda denklemin ‘bilinmeyen’ hanesinden çıkarak kimliğine, adına kavuşacağını düşünüyorum.

En azından artık bilinmeyen dilin adının Kürtçe olduğu öğrenilir. Neil arkadaşın da dediği gibi “bizim için küçük, Kürtler için büyük bir adım.”


Son dakika notu: Sanıkların Kürtçe savunma talebi mahkemece reddedildi.

Pazartesi, Ekim 18, 2010

Muasır medeniyet akıllı olsun akıllı!!

Bir karar verdim, ben bu mahalle baskısı denen şeyin her türlüsünü seviyorum. Ki biz son zamanlarda birbirimize basa basa tam saha presten daralmış bir millet olarak baskıyı ecnebilere yöneltmiş durumdayız, bu da bugün olan olaydan sonra nacizane tespitimdir kayıtlara geçsin lütfen.

Daha üç gün önce aslını erken kaçırttığımız için Kustirica’nın fotokopisini bulduk dövdük. Adamcağız fotoğrafta, yediği dayağın kederinden viski şişesine dayanmış çekiyordu kafayı gündüz vakti. Az bir vakit öncesinde Tophane delikanlıları yine sanatsever entel küntel tayfasına ‘burada içki içiyonuz lan’ sopasını atmıştı. Ecnebilere dönük olmasa da kısa dönemli hafızamızda bayatlamak üzere olanlar listesinde. Toplum olarak sanata ve sanatçıya olan ilgimizi özetlemeye yeter sanırım. Ama bugün olan, daha önce hiç olmamıştı…

Millet olarak bugün bir sanat eserini dövmeyi başardık. Daha önce eserlerinden dolayı sanatçıları dövdüğümüz olmuştu ve toplumca bunu kanıksadık neredeyse. Ama içimizden hiçbir cin akıllının aklına doğrudan sanat eserini dövmek gelmemişti, onu da başardık. Sonunda Atatürk ilke ve inkılaplarına sonuna kadar bağlı, zeki, çevik ve ahlaklı bir gencimiz bugün bunu hayata geçirdi.

Kısaca mevzuyu anlatmak gerekirse; Danimarkalı iki sanatçı İstanbul’da düzenlenen uluslararası bir festival kapsamında sanatsavar ülkemize geliyor. Şehrin çeşitli meydanlarında ‘serbest bölgeler’ yaratarak, paylaştığımız ortak alanlarda birbirimizle konuşup tartışabileceğimiz bir ortam oluşturmayı hedefleyen sergiler kuruyorlar. Bunlardan bir tanesi de Beşiktaş meydanında, aşağıdaki fotoğrafta yer alan çalışma da sergideki eserlerden bir tanesi.

Atatürk’ün bazı kesimler tarafından ‘din’ gibi algılanıp algılanmadığını tartışmaya açmaya çalışan gariban eser, bizim kültürümüzde tartışmanın ne olduğunu tam idrak edemediğinden olsa gerek Beşiktaş meydanında bulunan bir grubun tepkisini çekiyor. Eseri sabahın köründe uyku mahmuru yerleştirmeye çalışan sanatçı Rosan Bosch ve ekibiyle başlayan tartışmada sinirler geriliyor ve eserde Atatürk’e hakaret edildiğini söyleyen bir genç “Bu çok yanlış, bu çok yanlış” diye bağırırken tartışma konusu olan esere meydan dayağı çekerek yere deviriyor, sağlı sollu geçiriyor ve ağzını yüzünü parçalıyor.

Böylece sergi de amacına ulaşmış oluyor aslında. Yani ben böyle bakıyorum. Serbest alan yaratmakmış amaç, yaratılmış. Tartışma açmakmış, açılmış. Tamam belki Danimarkalıların beklediği tarzda değil ama tartışma nihayete bile bağlanmış. Girişteki fotoğrafta sanat eserini, tam görevini yerine getirdiği anda, hararetli bir tartışmaya girdiği gençle baş başa saygı ve sevgi çerçevesinde iletişim kurarken görüyorsunuz.

‘Bunu da yaptık listeme’ bir çentik daha atıyorum. Evet sonunda bir sanat eserine kelimenin tam manasıyla ‘meydan dayağı’ çekmeyi başardık. İcabında “sanatta akıllı olsun akıllı.”

Evet sırada ne var?

Pazar, Ekim 17, 2010

İmanın şartları; 1 örümcek adama inanmak 2...


Pek duyarlı olamıyorum ben. Yazıyorlar çarşaf çarşaf, fırtbook profillerinde paylaşıyorlar falan hatta insanlar; otizme karşı duyarlı olun, kansere karşı duyarlı olun falan filan. Olamıyorum ben, yani bilemiyorum, beceremiyorum herhalde. Yanağını mı okşamak gerekir otizmin, kanseri bir şey anlatırken dikkatle dinlemek, yaşıtınmış gibi ciddiyetle yanıtlamak mı gerekir, çözemiyorum. Mesela çok dalga konusu oldu bende “kalbini sev, kırmızı giy” kampanyası. Hergün kırmızı giydim seviyorum ne yapayım, bir gün yanlışlıkla mor giydim, o gün de seviyorum baktım, kafam karıştı. Neyse efendim konuyu dağıtmayalım, her ne kadar otizme karşı nasıl duyarlı olunacağını çözemediysek de nasıl olunmayacağını bugün itibariyle görmüş bulunuyoruz.

Bilindiği gibi ülkemizde zihinsel engelliler için özel eğitim kurumları var, bunların alanlarına göre özel olarak uzmanlarca hazırlanmış müfredatları, eğitim metotları var. Normal olanı da bu zaten, buraya kadar bir terslik yok. Yalnız bizim Talim Terbiye, ya son dönemlerde can sıkıntısı fazla diye ya da bunlar bilmez biz biliriz diye diye otistikler için özel olarak eğitim veren kurumların müfredatında değişikliğe gidip haftalık beden eğitimi- spor ders saatlerini düşürerek o saatlerin yerini din dersiyle doldurma yoluna gitmiş.

Uzmanlar somut konuları bile anlamakta oldukça güçlük çeken otistiklerin din gibi soyut bir konuyu nasıl anlayacaklarını sorguluyorlar, bu işin ciddi kısmı tabii, biz uzman değiliz. Ben sabahtan beri içinden çıkamıyorum, hangi şakaya vuracak olsam konuyu ayrı bir duvara tosladım. Ama yine de sormadan edemiyorum; yahu yağmur adama imanın şartlarını nasıl öğreteceksiniz, hadi öğrettiniz, niye öğreteceksiniz?

Birbirimizi dinlemesini öğrenmeliyiz


Radikal özel haber çalışması yapmış. Telekominikasyon İletişim Başkanlığı'na girmiş, kayıtların saklandığı odalardan görüntüler almış. TİB'in açıklamasına göre Türkiye'de resmi olarak dinlenen telefon sayısı 70binden birazcık fazla. Rakam normal sayılabilir ama milletin bilmediği ve Radikal'in dikkat çekmekten imtina ettiği şey 'ortam dinlemelerinin' yani doğrudan polis ve jandarma tarafından mahkeme kararı çıkarılarak yapılan 'ses, görüntülü izleme dinlemelerin' rakama dahil olmaması. Bu sadece dinlenen telefon sayısı, resmi olarak. Gayrı resmi rakamlarla ilgili veri elde etmek tabii ki mümkün değil. Ama bence herkesin birbirini dinlemeyi öğrenmesi lazım. Diyaloğun temeli dinlemektir, yoksa birbirimizi nasıl anlarız. Aklıma bir de soru takılıyor; sahi, buz dağının kaçta kaçı suyun altında olurdu?

'Geh bili bili' dedin mi?


"8 yıldır ülkeyi idare ediyoruz. Kimin tavuğuna ‘kışt’ dedik ya! İstediğin gibi eğleniyorsun, kime müdahale ettik? Hangi yaşam koşuluna müdahale ettik?" R. T. Erdoğan

Tavuklardan izole bir hayat yaşıyor olmasının, bulunduğu yerlerle çiftliklerin arasında uzun mesafeler olmasının 'kıştlamamasıyla' bir bağlantısı var mıdır bilinmez. Benim takıldığım nokta; kimsenin tavuğunu kıştlamamak ve yaşam koşuluna müdahale etmemek bir lütuf mudur? Zaten öyle olması gereken bir şeyi vurgulamak ve övgü beklemek komik geliyor. Postacının birini düşünün, her gün müdürüne gidip "bugün de mektupları dağıttım hee" demesi ve sırıtarak övgü beklemesini. Lan senin işin o zaten, güldürme adamı.

Cumartesi, Ekim 16, 2010

Resepsiyon Hadise’si

Öncelikle ben tavrımı belirteyim; resepsiyona gitmiyorum. Sevgili Cummur’un nazik davetine her ne kadar sevinsem de politik duruşum resepsiyona gitmeme müsaade etmiyor. Son cümlede sebebini açıklayacağım ki okurken şöyle heyecanlanın.

Aslında merak ettiğim şeyler var bu resepsiyon şeysine dair. Gidip doğal ortamında incelemek, bir takım cevaplar aramak istemiyorda değildim. Mesela yıllar yılı generalllerin falan bu resepsiyona neden üniformayla katıldıklarını merak etmişimdir. Ortalıkta dolaşan yıldızlar falan. Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın resepsiyondan hatun kaldırmak için beyazları çekip gittiğine dair endişelerim var, bi huylanıyorum, hani üstünde böcek yakalarsında yarım saat daha heryerinde dolaşıyormuş gibi ürpertisi devam eder ya o şekilde.

Şimdi bu üniforma şeysi “asker” denen meslek erbabının iş kıyafeti değil mi? Neden iş kıyafetinle özel bir davete gidersin ki? Mesela bu resepsiyona memleketi çeşitli branşlarda başarıyla temsil etmiş sporcular da davet ediliyor. Ülkemizin başarılı olduğu spor branşları arasında halter ve güreş ilk sırada. Halil Mutlu’nun halter mayosu içinde 29 Ekim Resepsiyonunda elinde içkisi smokinli ağabeylerin içinde dolandığını hayal edin. O da onun iş kıyafeti değil mi sonuçta. Ya da yine güreş mayosu içinde bir milli güreşçimizin kabul esnasında bayan gül ile tokalaştığını düşünün. (İsim vermiyorum Devrimci Karargah’tan, Ergenekon’dan almasınlar garibanı) Bir milli boksör sadece şort ve boks eldivenleriyle ortalıkta geziniyor, eller serbest olmadığı için de içkisini yanındaki antrenörünün elinden yudumluyor. Romantik bir ortam olurdu.

Resepsiyona madencilerin davet edildiğini düşünelim mesela. Biliyorsunuz ömürlerinin büyük kısmını yerin altında geçiren bu insanlar bu aralar pek bir moda oldular. Belki sevgili Cumhur’da bu popülaritenin cazibesine karşı koyamaz ve onlardan da birkaç temsilci davet eder. Kafalarında fenerli baretleri ve kuru temizlemeden yeni çıkmış mavi tulumlarıyla madenciler dolanıyor smokinlerin frakların arasında. Doktorlar, hemşireler, örnekleri çoğaltmak mümkün, hayal gücünüze teslim ediyorum.

Bir de davetiye mevzuu var. CHP’nin İnce tavrını makul bulmamak mümkün değil. Her sene her sene aynı şey yazılmaz ki davetiyeye. Bana da geldi davetiye öncekilerle karşılaştırdım, resmen tarih değiştirip vermişler Cemil Ozalit’e. Azcık yaratıcı olunmalıydı bence de.

Cummuriyet Resepsiyonu’na 09’da menajeri aracılığıyla davet edilen sevgili Hadise’nin yoğun programı dolayısıyla Cummur’umuzdan resepsiyonu 30 Ekim’e ertelemesini rica ettiğini bilmeyen kalmamıştır herhalde. Kendisinin bu kibar ve makul ricasının da görmezden gelinmesini ve alay konusu olmasını kınadım. Resepsiyona karşı politik duruşumu da burada bina ettim zaten. Pek sevgili Hadise’ye yapılan bu kötü muamele hassasiyetlerimi uyandırdı, "bence ortada bir tarih dayatması var efenim" dedim, işte bu yüzden resepsiyona katılmadım, katılmıyorum. Bu resepsiyonda "dayamaya" karşı çıkma olayı da benim icadımdır, avukatlarıma gerekli talimatları verdim, İnce'leyecekler.

Paşamız seslendiriyor: Unuttun beni zalim


Ergenekon’dan içeri alınmayan bazı emekli paşalar GATA Ruh Sağlığı bölümünde uzun kuyruklar oluşturmuştu. Ülkemizin, dünya askerlik camiasına Körfez Savaşı Sendromu’ndan sonra “eski asker meslek hastalığı” hediyesiydi “ciddiye alınmama sendromu.” Paşalarımızın sitemlerini ve "beni de alın"larını ailecek severek izlemiştik. Şu sıralar ‘tavrını’ belli etmek isteyen üniversitelerde çeşitli konferanslar vererek, denizci kökenli olmamasına rağmen gündem kıyılarında gezinen emekli Gen.Kur.’umuz Yaşar Büyükanıt’a da yakalandığı bu amansız hastalıkla mücadelesinde başarılar diliyorum.

Hanefi Avcı'da ele geçirilldiği öne sürülen telefon kayıtlarıyla ilgili soruyu yanıtlayan Büyükanıt; "Benim neyim eksik, beni de dinlemişlerdir herhalde. Ancak bana böyle birşey gelmedi henüz" demiş Beykent Üniversitesi’nde.

Efendim gönüllerimizin paşasından geliyor; Unuttun Beni Zalim.

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/25677/zeki-muren---unuttun-beni-zalim

Kadın-erkek eşitliği mi, tövbe de çarpılırsın!


Sayın Başbüken'in Kızılcahamam Kampı açılış konuşmasını dinliyorum iş güç yok nasıl olsa. Her telden çalıyor yine. Canlı canlı dinlemek çok keyifli oluyor yalnız, birilerinin yazdığı metinlerin dışına çıkıp "serbest uçuşa" geçmeye başladığında ilginç şeyler pörtletiyor. Az önce aynen şöyle dedi yemin billah:

"Kadın erkek eşitliğinden bahsediyor bazıları. Haklar noktasında evet ama. Diğer türlü eşitlik bir kere yaradılışa ters."


Cuma, Ekim 15, 2010

Üniformalı politikacılar, üniformasız askerler


Terfi ettirilmeyince Deniz Harp Okulu Komutanlığı görevinden istifa eden emekli Tuğamiral Türker Ertürk CHP'ye katıldı ve "ünformamı çıkarıp CHP'ye nefer oldum" açıklamasını yaptı. Kendisinin sapla samanı ayırma konusundaki bu başarılı tavrının üniformasını bir türlü çıkaramayan ve "Eylül'lere" hazır kıta nefer olan CHP'lilere örnek olmasını umuyorum.

Kustirica akıllı olsun akıllı!!


Bu Kustirica olayına nasıl bir yorum getireceğimi bilemedim günlerdir. Mevzu geçip gidince, yani mevzu değil de Kustirica gidince de zaten çok yorum yapmaya lüzum kalmadı. Yalnız adamı bir anda sırp kasabı yaptılar ya anlamak gerçekten zor. Neyse efendim konumuz Kustirica'ya iyi mi yaptık kötü mü yaptık değil. Ama "Kustirica da akıllı olsun akıllı!" yani;

"resimdeki gariban 180 Derece adlı filminin başrol oyuncusu Michael Neuenschwander. Altın Zortlakal Film Festivali'nde kendisini Kustirica'ya benzeten bir grup "seyirci!" tarafından sille ve tokat kardeşlerle tanıştırıldı. Mahalle baskısı ulan! 'Sen niye Kustirica'ya benziyon gel bakim buraya'."

Duyarsız ve yüzeysel yanımdan not: Ulan acayip şamatayı kaçırdık haa. Adamı sepetlemeselerdi sahicisini dövüp cümle aleme makara malzemesi çıkaracaktık, daha festival başlamadan gösterdiler zopayı kaçtı adam, ancak dublörünü dövebildik. Milyarlarca dolarlık Türkiye reklamının önüne geçen Kültür Bakanı'nı kınıyorum.

Radikal Devrim ve 17 Ekim


Radikal gazetesinin bir süredir çevirdiği "devrimimsi" reklamları bugün yumurtluyor. Merakla bekliyoruz. Bana acayip duyguları aynı anda hissettiriyor bu mevzu. Radikal gazetesi hakkında herkesin kendine has fikirleri vardır. Benim açımdan "solumturak liberalizmi" temsil eder, oldum olası da hiç hazzetmedim bu liboş tayfasından. Başlarda biraz gazeteciliğe benzer şeyler yapıyorlardı ama sonra onu da terkettiler. Hey gidi 6. Lenin; bakalım bugün kemiklerin ne kadar sızlayacak..

Perşembe, Ekim 14, 2010

Geri dönüş, yeni başlangıç


Sadece birkaç arkadaşımla paylaşmak istediğim bazı yazılar için açılmıştı bu blog. Kazara edindiği sayılı izleyiciyi garipsedim açıkçası. Bu bloga verdiğim ismi çok seviyorum, çok fazla şey ifade ettiği için değil beni gülümsettiği için. Önceki içeriği kaldırdım ve zamanında almış olduğum bu bloga başka bir yön vermeye karar verdim.

Bir süredir çok fazla şey yazmıyorum. Seyrek olarak yazdığım halde ısrarla takip eden dostlarım zaten biliyor bunu. Son birkaç zamandır kalemimi ısıtma çalışmalarına geri dönmeyi planlıyordum, sanırım başlangıcı bugüne denk geldi. Yarın veya sonraki günlerde ne olur bilmiyorum ama bugün hissettiğim "yeniden başlamak".