Çarşamba, Şubat 02, 2011

Başka bir yazma çizme projesi için bu bloga bir süre ara vermiş durumdayım.. Eserse yazarım esmezse başka bir mecrada, olmadı rüyalarda buluşuruz:)

Perşembe, Ocak 06, 2011

Yağmur duası dururken bilim de ne ola?

İlkokuldayken ders kitaplarında en sevdiğim kısım okuma parçalarıydı. İlginçtir çoğunun adını, içeriğini hatta bazılarının yazarlarını bile dün okumuş gibi hatırlarım. En iyi hatırladığım hikâyelerden biri şimdi bana ironik geliyor. İlkokul 3 yahut 4. sınıf ders kitaplarından birinde olması gerek, muhtemelen hayat bilgisi kitabıdır. Kuraklıktan ve susuzluktan dolayı toprakları verimsizleşen, ekin alamayan, açlık sınırına dayanan ve bu yüzden defalarca yağmur duasına çıkan köylüler vardır bu hikâyede. Artık köylerinde yaşama imkânı kalmadığı ve tanrı yağmur dualarına cevap vermediği için göç etmeye karar verirler. Tam tası tarağı toplamış gitmek üzeredirler ki köye bir takım bilim insanları, mühendisler gelir. Haritalar çıkarılır, ölçümler yapılır, artezyen kuyuları kazılır ve “bilim suyu bulur.” Evet şu sıralar muhtemelen ders kitaplarından çıkarılmış olan hikayenin adı tam olarak buydu; “SUYU DUA DEĞİL FEN BULUR.”

Aynı yıllarda yine fen kitaplarında yer alan evrimsel gelişim, büyük patlama teorisi gibi genç dimağlara hayatı bilimin ışığında izah etmeye çalışan konular artık yok o kitaplarda. Bilimin edindiği yer iki satıra sığdırılırken bilimdışı hurafeler ise çarşaf çarşaf aşılanıyor içinde bulunduğu dünyayı anlamaya çalışan küçücük çocuklara.

İstanbul Halk Ekmek, Büyükşehir Belediyesi’nin yoksullar için ucuz ekmek üretip dağıtımını yaptığı kuruluşu. Aynı yoksullara ihtiyaçları olduğuna karar verdiği bir şeyin daha dağıtımını yapmayı görev edinmiş bu kuruluş; “kuru inanç.” Geçen hafta ilköğretim ikinci sınıf öğrencileri İstanbul Halk Ekmek’e ziyarete gitmiş. Ekmek nasıl yapılıyor, görmek için. Dönerken 30 kişilik sınıfa 22 sayfalık bir broşür dağıtılmış: “Yağmur Rahmettir.”

Broşürde yer alan resimli hikâyede köye gelen genç bir öğretmen öğrencilerine yağmurun nasıl oluştuğunu bilimsel olarak izah etmeye çalışırken onların kıkırdamalarıyla karşılaşıyor. Çünkü köyün “bilgesi!” yağmura yağmur denmesine çok kızıyor, rahmet denmesi gerektiğini düşünüyor ve demeyeni de haklamakla tehdit ediyor. Hikâyenin gelişiminde öğretmen bir şekilde imana geliyor ve yağmurun nasıl yağdığını anlatması için sınıfa “imam!” çağırıyor. İmam çocuklara yağmurun nasıl oluştuğunu “çok bilimsel!” olarak izah ettikten sonra hep beraber yağmur duasına çıkılıyor öğrencilerle. Ve el hak ne büyük lütuf ki, gerçekten yağmur yağıyor.

Çok daha sert şeyler de yazarım da bahsi geçen 8-9 yaşındaki küçücük çocukların beyninin kasıtlı olarak kirletilmesi olunca sadece dudaklarımı ısırmakla yetiniyorum. Henüz 30’una merdiven dayamış bizim kuşakla yeni kuşak arasındaki yetiştirilme farkı iki ayrı hikâyede görüldüğü kadar açık. (ki bizim aldığımız şeye de eğitim denemez ama bunları görünce yine şükrediyorum) Ben çocukken yaşadığım köyde yaz çok kurak geçtiği zaman fen işlerinin çağırılması ve kuyular açtırılması gerektiğini düşünürdüm okuduğum o hikâyeden dolayı. İstanbul Halk Ekmek tezgahına düşen çocuklar ne düşünecek ya da aynı zihniyetin ürettiği ders kitaplarından hayatı öğrenenler?


Salı, Ocak 04, 2011

“Ben bilmem başbakanım bilir”

Milletvekili nasıl seçilir? Bir genel seçim yapılıyor ve birileri de gidip oy veriyor, en çok oyu alanlar sırasıyla vekil oluyor da, bundan öncesini soruyorum. Bağımsız vekil adayı olmayı dışında bırakalım, partilerin milletvekili adayları kim tarafından ve neye göre belirleniyor diye biraz kafa yoralım. AKP’nin milletvekili adaylarını Tayip Erdoğan evine kapanıp aday adayları üzerinde titizlikle çalışma yaparak belirliyor bunu biliyoruz. Bu aday adayları arasından, partinin milletvekili adayı yapılacaklar bazı kriterlere göre sıyrılıyor. Tabii ki biz bu kıstasları tam olarak bilmiyoruz, kapalı kapılar ardında dönen pazarlıkları da aynı şekilde. Yalnız dün itibariyle bir ölçütü öğrenmiş bulunuyorum ve kamuoyuna ilan etmekten gurur duyarım; “şakşakçılık”. Biz bunu zaten biliyorduk demeyin, dün bunu gülmekten karnıma ağrılar girmesine sebep olacak şekilde tescillediler.

Grup toplantısında pek sevgili Başbakan’ımız ne kadar asfalt döktüklerini anlatıyor vekil tosuncuklarına. Neyi onaylayacağını kaçırmamak için sürekli kafa sallamaktan sallabaş olan milletim vekilleri konuşmayı algılamaya çalışıyor. Diğer yandan pür dikkat alkış zamanının gelmesini bekliyorlar. Kendi dönemlerinde, 2 gün sonra çökecek yollar için cemaatten asfaltçıları nasıl zengin ettiklerini göstermek üzere sunumunu görsellerle destekleyen Başbakan bir harita çıkarıyor. 2002 öncesi yani kendi dönemlerinden önce memlekette asfalt durumunu gösteren haritayı herkes görebilsin diye sağa sola gezdirirken vurguyu biraz fazla kaçırınca milletim vekilleri de sanıyor alkış sırası geldi, koyveriyorlar alkış, kıyamet, ıslık, tufan.

E sen bunları seçerken zekâ kıpırtısından önce başka kıpırtılarını ölçüt olarak alırsan sonra sorarsın tabii “yahu bunu niye alkışlıyorsunuz” diye. Zaten ne desen alkışlayacaklar, ona göre ayıklanmış öyle programlanmışlar. Sen de es verme konusunda cömert davranınca “aman alkışlamadık diye padişahımız bize kızar” diyip hareketleniveriyorlar. Balık yedir onlara balık, zekâ açar. Ya da at bunları daha zeki yeni modelleri çıkmış onlardan al, işine gelirse tabii.

Mutlaka dinlenmesi gereken bir sabah türküsü paylaşayım tam yerine oturur;

Grup Çığ - Sekiz Öküz:

http://video.mynet.com/hortumcu197897/grup-cig-sekiz-okuz/847976/

Bu da olayın cereyan-ı elenktrinki, vidyo olaraktan:

http://video.ntvmsnbc.com/alkis-yanlis-yerde-girince.html

Pazartesi, Ocak 03, 2011

Boeing’de de kadrolaşırız evellalah

Her sabah günümü bir Wikileaks belgesi şenlendiriyor da, Wikileaks köşecisi olmak istemediğim için çok fazla üzerinde durmadan geçip gidiyorum. Bu haberi sektirmekse ‘komedi’ye ihanet olurdu. Açıkçası memleketimizin bir uzay programı var mıdır, varsa ne âlemdedir bugüne kadar hiç merak gereği duymamıştım. Güzide ülkemde uçma teknolojisi halen Hezarfen’in bıraktığı seviyede gezinirken, bizim pek muhterem imanlı iktidar “ne içerek” uçmayı başardıysa, THY ve Boeing arasında yaklaşık 3,5 milyar dolarlık uçak alımı anlaşması karşılığında, ABD’li yetkililerden uzay programlarından birinde bir Türk astronotu da uzaya götürmelerini istemiş.

Obama bizi diskoya götür!

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nden 19 Ocak 2010 tarihinde gönderilen “gizli” kodlu belgeye göre dönemin ABD Türkiye Büyükelçisi THY’nin devam eden uçak alımı sürecinde “Boeing’in çıkarını gözetmek üzere!” 14 Ocak’ta Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile görüşüyor. Belgede, Abdullah Gül’ün Obama’ya bir mektup yazarak NASA’nın, bir Türk astronotunu uzaya göndermesini istediği belirtiliyor. Görüşmede Binali Yıldırım, Türkiye’nin uzaya astronot gönderme isteğinden bahsederek, bunun ticari anlaşmalarla bağlantılı olduğunu ima ediyor.

ABD Ankara Büyükelçisi’nin belgede geçtiği not ise şöyle; “Muhtemelen yörüngeye bir Türk astronot gönderemeyiz ancak(.) Her durumda satışı gerçekleştirmek için şansımızı maksimize etmek istiyorsak, bakanın muğlâk isteklerine biraz karşılık göstermeliyiz.” 1 ay sonra 20 uçak siparişi Boeing’e verildiğine göre muğlâk isteklere bir karşılık verilmiş. İster misiniz Cem Yılmaz’ın “Türkler uzayda” parodisi gerçeğe dönsün. Turist Ömer Uzay Yolunda der gülerim ben buna.

Ülkeyi yedik bitti, ABD’ye mi açılsak Kemal Ağabey?

Esas bomba ise şimdi geliyor, sürprizini sona sakladım. Basının Türk astronot geyiği yaparken atlayıverdiği, belki de görmek istemediği detay, çevresini gözetmeye iman etmiş ve bu uğurda kendini çılgınca paralayan iktidarımızın aleni rüşvet talebi. Memlekette artık kadrolaşacak, parselleyecek, kanını emecek alan daraldığı ve enseye yapışmış kene misali yedikçe şiştiklerinden şiştikçe daha çok yemek istediklerinden olsa gerek, 2004’te başka bir uçak alımı için görüşmeler sürerken dönemin gözünü budaktan sakınmayan büyük kenesi Kemal Ağabey bir iş ortağını Türkiye temsilcisi yapması için Boeing yetkililerine baskı yapıyor.

12 Mayıs 2004 tarihli yazıda dönemin ABD Büyükelçisi Eric Edelman Boeing yetkililerinin kendisine anlattıklarını Washington’a aktarıyor. Edelman’ın notlarına göre bir işadamı Boeing ile dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan arasında bir görüşme ayarlamayı teklif ediyor. Görüşme sırasında Maliye Bakanı Boeing’e adı belgede sansürlenmiş olan bu Türk işadamının havacılık sektöründen anladığını ve Türk Hava Yolları’nın ihtiyaçlarından haberdar olduğunu söylüyor. Bakan, Boeing’den şirketin Türkiye pazarındaki başarısını garanti etmek üzere işadamını Türkiye temsilcisi olarak atamasını istiyor.

Kemal Unakıtan’ın sahne arkasına çekilmesinin tek sebebinin fütursuzca yemesi olduğunu düşünüyorum ama Boeing’i de yemeye çalışmak gerçekten takdire şayan. Yine o dönemde uçak alımı anlaşması yapılmış ve ben Kemal Ağabey’i tanıyorsam “bir sakal almadan” bırakmamıştır Boeing’i. Aslında “Dünyayı Kurtaran Adam” olmak için biraz içeriden bilgi alası varmış hep yanlış anlıyoruz adamcağızı. Bu dünyayı şimdiden kurtarmıştır servetiyle, sırtı zor yere gelir de ne zaman doyacaklar onu bilmiyorum. Söyleyecek fazla söz yok, herkese hayırlı uçuşlar.

"Ücretle dert dinlenur, akil verilur"

Mekan Rize olunca daha ilgi çekici oluyor tabii ki. Milletin derdi çok, hele müşteri "konuşmayı şehvetle seven" Karadeniz insanı olunca. Bakkal amca çareyi psikolojik desteğe vizite kesmekte bulmuş doğal olarak. Karadeniz zekası gibi yakıştırmalar yapılmış haberde ama işin bu kısmına katılmıyorum açıkçası. Daha önce bizzat benzerlerine iki defa İstanbul'da tanık oldum. Bir tanesi Mimar Sinan G. S. Üniversitesi'nin karşısında bir lokantaydı yanlış hatırlamıyorsam "öğlen saatlerinde adres sormak ücretlidir" gibi bir yazı vardı camda. İkincisi ise Kadıköy Sanatkarlar Sokağı'nda. Sokağın ortasında tezgahı olan bir heykeltraş çalışmalarını orada yaparak tezgahına dikkat toplamayı planlamış fakat yaptığı ilgi çekici iş paradan çok çene olarak ödeme alınca bin pişman olmuş olacak "benimle sohbet etmek 5 TL" yazmıştı tezgahın önüne. Bu da yetmemiş olacak ki daha sonra kendisini tezgahının önüne kurdurttuğu 2 katlı inşaat iskelesinin tepesinde çalışırken gördüm defalarca. 5 metre yukarıda çalışan adamla sohbet etmek pek kolay olmuyordu tabii, adamcağız kafa dinliyordu tepeden bakarak insanlara. Ne denir ki, benimle konuşmak bedava ve bazen benim de kafam çok ağrıyor. Yıllarca psikoloji okuyan insanlar var memlekette, onlar da hala aç geziyor. Rize'deki bakkal amca daha bu işten para kazanamamış ama artık kafasını dinliyormuş çünkü vizite ücreti talep etmeye başladığından beri dert anlatan olmamış. Herkese dertsiz yıllar dilerim, tabii mümkünse.

Perşembe, Aralık 30, 2010

Noel Baba’nın Tuzsuz Deli Bekir’le imtihanı ya da Noel Baba akıllı olsun akıllı!



Ne zaman yılbaşı arifesine gelinse bu ülkede bir tartışmanın küllerine gaz dökülür; Müslümanlar yılbaşı kutlar mı? Her yıl diyanet işleri bir açıklama yapmadan boş geçmez bu yılbaşı kutlaması faslını, içki içmemek günaha bulaşmamak kaydıyla kutlanabilirdir çoğu zaman. Bir kısım ulema ise olaya daha karamsar bakar ve kendi açıklamalarını yayar; %99’u Müslüman olan bir ülkede Hıristiyan bayramı kutlamak da neyin nesi ola ki!

Geçenlerde kenarından Müslüman birkaç arkadaşla konuşurken aklım şu %99 meselesine takıldı. Bu memlekette inanıyorum diyenler inançlarının gereği olan ibadetleri ve yasakları harfi harfine uyguluyor mu acaba? Bir dine mensup olabilirsiniz bu benim açımdan problem değil. Fakat o dine mensupsanız onun size farz kıldığı koşulları da yerine getirmeniz gereklidir değil mi? Ya da haram ilan ettiklerinden kaçınmanız gerekmez mi? Bence bu ülkenin %99’u Müslüman falan değil, olsa olsa bu ülkenin %80’i “ya varsa” dinine mensup. Kafalarına göre yaşıyorlar herhangi bir dinin kısıtlamalarına maruz kalmaksızın ama hücrelerimizin her bir çekirdeğine daha doğmadan yerleştirilmiş olan o “cehennemde yanma” korkusu yüzünden “inanıyorum” demekten de kendilerini alamıyorlar. Bunun adı tam anlamıyla “ya varsa dini” başka bir şey değil. Biraz daha okumuş aydınlanmış, bilimin ışığı beyninin bir yanına yanlışlıkla değmiş olanlarsa bunu bir adım daha ileri götürüyor; “dinlere inanmıyorum ama bir güç var.” Gazdır o gaz, azıcık karnını ısıt kurtulursun, ayaklarını da üşütme fazla.

Neyse efendim din tartışması artık insanlara izah ede ede bıktığım bir şey olduğu için fazla bulaşma niyetinde değilim. Herkes kendi tanrısıyla mutlu mesut yaşasın, benimki Marx, bazılarınınki Allah çoğunluğunki de “ya varsa tanrısı.”

Özellikle İstanbul’da yaşayanlar “Edeb Ya hu” timlerine denk gelmiştir daha önce. Bunlar inançlı çocuklardır, yarı açık kadın resimleri olan kuaförleri, çıplak cansız mankenlerin bulunduğu dükkan vitrinlerini sprey boyayla boyayarak sansürler ve bir kenarına da “edep ya hu” yazarlar. Edepsizliğimizi gözümüze gözümüze sokarak bizi hak yoluna çağırırlar. Genelde bu arkadaşları pek görmezsiniz, kim olduklarını bilmezsiniz sadece bir gece önceden gerçekleştirdikleri eylemden tanırsınız onları sansürlenmiş bir vitrinin önünden geçerken. İşte bu imanlı delikanlılar sonunda yılbaşı olayına da el atmışlar. İstanbul Üniversitesi önünde bir basın açıklaması yapmışlar. Halkımızı ayık olmaya davet ederken de Enam Suresi'nin 162'nci ayetini okuyarak, temsili şişme Noel Baba'yı bıçaklamışlar. Evet yanlış okumadınız, Müslümanların yılbaşı kutlamasının caiz olmadığını ifade etmek için yapılan bir basın açıklamasına temsili şişme Noel Baba getirip, aklını başına alması için çıkarıp bıçağı vermişler böğrüne böğrüne. Noel Baba’ya yumurta atmadıkları için polisin müdahale etme gereği duymadığı eylem daha sonra olaysız bir şekilde dağılmış!

Temsili Noel Baba’ya o muameleyi reva görenlerin eline bunu versek ne yaparlardı acaba.

Bir Reha Muhtar sonu iyi gider bu haberin üstüne; güpegündüz basın ve polis önünde hunharca bıçaklanan sevgili Noel Baba’ya geçmiş olsun dileklerimi iletir tüm inananların krismısının hayırlara vesile olmasını temenni ederim efenim. Bu memlekette hala yaşıyor ve yaşatılıyorsanız, kırın kıçınızı oturun da şükredin.

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Kısa bir ara

Birdirbir; iktidar yerin dibine gir


Görüldü ki öğrenci eylemlerine kesinlikle müsamaha gösterilmeyecek. Mesajı zaten bugün Tayip Erdoğan ODTÜ’ye giderek verdi. Herkes biliyor yumurtanın orada hazır olacağını, kendisi bilmiyor mu? Kahveden adam toplar gibi polisleri toplayıp gelmiş işte, “çıksınlar bakalım karşımıza” diyerek. Zaten polislerin de kahveden toplanan adamlardan farksız olduğunu yazmıştık daha önce. Yani tabloda yeni bir şey yok o cepheden, karar çoktan verilmiş; “muhalefet susturulacak”!

Muhalif öğrencileri darbe sevdalılarıyla aynı kefeye sokarak tecrit etme, darbe çığırtkanlığıyla yaftalama çabalarının ne kadar sonuç getireceğini bilmiyorum. Sonuçta bu gençlerin gündeme bu kadar yerleşmesi biraz da konjonktürel bir durum. Genel olarak özellikle avrupada yükselen gençlik hareketiyle de bağlantısı var, bu ülke özelinde Wikileaks’ten sızan belgelerin gündemden izole edilmesiyle de. İktidar ‘faşizan’ bir şekilde her türlü muhalif sesi Ergenekon’la bağlantılayarak, ‘dayakla uslandırmaya çalışarak’ bastırabileceğini düşündüğü bir rüyaya yattı. Kişisel görüşüm; o zar bir gün hep yek gelir ama 2011 seçiminde değil, hatta sanırım seçimle de değil.

ODTÜ’de polisin arkadaşlarını şiddet kullanarak gözaltına almasından sonra öğrenciler hemen toplanıp tekrar dikildiler iktidar eliyle yönlendirilmiş zulmün karşısına. Üniversiteye giren ve öğrencileri darp eden, yaka paça sürükleyen polisi protesto etmek için polis barikatının önünde uzun eşek oynadılar ve haykırdılar; “birdirbir, iktidar yerin dibine gir”. Seçim öncesi nispeten ılıman, büyük toplumsal ihtilaflar üzerinde fazla durulmayan, sessiz sakin bir ülkeden oy almayı hesaplayan iktidarın, dikensiz gül bahçesi yaratma yolunda silah olarak polis şiddetini seçmesi en saf tanımıyla aptallıktır. Bu aptallığa düşenlerin akıbetini de elbet tarih yazacaktır.

Pazartesi, Aralık 13, 2010

"Çarşaf çarşaf gözlerinde öfke"


İddiam odur ki tüzük ve yönetiliş bakımından bugün ülkedeki en antidemokratik partidir CHP. Kısmen Ecevit’le başlamış olan bu dikta partisine dönüşme hikayesinin başrolü de Deniz Baykal’dır esasen. Geçenlerde öğrendiğim kadarıyla bu blok liste hadisesini memleketin siyaset sahnesine tanıtan Ecevit ve az çok gözlemleyebildiğim kadarıyla da bayrağını göndere çeken Deniz Baykal’dır. Az biraz bu parti içi çekişmeler, listeler vesaire işlerine bulaşmışlığım olsa da burada uzun uzadıya ahkam kesmeye gerek görmüyorum.

Atasözleri konusunda çok iyi sayılmam, bir tanesi vardı şöyle bir şeydi üç aşağı beş yukarı; “Deniz’e düşen demokrasiye sarılır.” Kim derdi ki CHP’de ayrıkotlarını temizlemek için tüzük kılıcını kafasına göre bileyip bu hale getiren Baykal, çarşaf listeye bugün methiyeler dizecek. Bozuk saatin günde iki defa doğruyu göstermesi hadisesi değil bu. İçinde bolca politika, ikiyüzlülük, pişkinlik olan bir çeşit çorba. Filhakika politika konusunda bu kadar ahkam keserken aktif politikadan "su görmüş kedi gibi" uzak duruşumun sebebi. Hangi ideolojiye meylederse etsin hiç bir yapı temiz değil bu konuda. Cem Karaca ve Mahsun Kırmızıgül’den gelsin; hayat ne garip.

http://www.dailymotion.com/video/xca1ae_hayat-ne-garip_music

Cuma, Aralık 10, 2010

Genç tavuklar rahatsız!


Doktor prostat muayenesi sırasında fiili livatada bulundu haberi çıkarsa eğer gazete ve televizyonlarda, doktorların meslek kuruluşlarının ayaklandığını gördük geçmişte “bütün doktorlar kötü gösteriliyor” diyerek. Aynısını hemşireler, Uğur Dündar’ın hışmına uğramış fırıncılar gibi birçok meslek dalı ve iş alanında da yaşadık. Nedense memlekette bir mesele haber olduğu vakit o meseleye kıyısından köşesinden değen herkes gündemin merkezine oturduğu hissine kapılıyor. “Popstarlaşma” kaygısıyla da ilişkilendirmiyor değilim bunu. Diğer yandan bu fırsatçılıkta o meslek alanının sorunlarını da gündemin kıyısına köşesine sıkıştırma ihtiyacı da etkin oluyor tabii.

Son günlerde memleketin gündeminin büyük bir kısmı ‘dayak yiyen gençler ve yumurta’ malum. Gün itibariyle çeşitli bakanlar, AB zırıltısı sorumlusu, TÜSİAD, Cumhurbaşkanı, Başbakan, muhalefet unsurları, belediye başkanları konuyla ilgili konuştu. Yumurtanın besin değerine de dem vuran var, faşizanlık olarak gösteren de, tehditler savuran da var sonradan yan çizen de. Tarih çok seyrek gösterir bu ülkede ama öğrencilere bile söz verildi çeşitli TV kanallarında ve gazetelerde. Peki kim konuşmadı? Şöyle biraz sınırları zorlayın bu yumurta işinde konuşmayan birileri var, hadi tahmin edin...

Kayseri Yumurta Üreticileri Birliği Başkanı İbrahim Afyon, öğrencilerin protestolarında yumurta kullanmalarına kızmış;

“Yumurta atmak sektöre bir hakarettir. Bu tarz art niyetli düşüncülerine karşıyız. Kimse yumurtayı protestolarına alet etmesin. Yumurta bir nimettir, bu şekilde atılmasına karşıyız”

Yumurta fiyatlarının beklenenin çok altında seyrettiğini de ifade eden Afyon, “Yumurtanın fırlatılması bizim işimize gelmez. Tüketim kışın olması gerektiği seviyede değil” diye sürdürmüş sözlerini. Bu kadarı da olur mu? Oldu bile ve çok ciddiyim bu bir zaytung.com haberi değildir. Radikal’de okudum bak kaynak gösteriyorum. Nimetle şaka olmaz diyor adam, farkında değil gençlerin yumurta satışlarına cüzi de olsa katkı yaptığının.

Bir tek tavuklar kaldı. Kimse onlara mikrofonu uzatmıyor, iki gıdaklamasına müsaade etmiyor. Oysa ben biliyorum, bunu hissediyorum genç tavuklar da durumdan oldukça rahatsız. Sloganlarını belirlediler ve eyleme geçmeye hazırlanıyorlar; “gün gelir devran döner, horoz domalır tavuk gömer.”

Salı, Aralık 07, 2010

Ayıdan post, polisten dost olmaz!


“Neden vuruyorlar” diyor herkes şimdi. “Neden bu kadar acımasızca vuruyorlar”, düşmanına vurur gibi. Merhamet dileyenler de var, akla vicdana davet edenler de. Az öteye gidin oradan, geçin bunları, “ayıdan post, polisten dost olmaz”.

O dayakları çok yedi insanlar bu ülkede yıllardır ve medyanın sıcak köşesinden bildiren pek şefkatli köşecileri merak etmesin, dayak yemeye devam ederek, çocuğunu düşürerek, gözünü kaybederek, sakat kalarak, ölerek de olsa, o insanlar o meydana çıkmaktan vazgeçmiyorlar. Bu ülkede bir şeyleri değiştirmek isteyen, sesini yükselten insanlar “dayak arsızı” olmanın kaçınılmaz zorunluluğunu biliyorlar. Yine biliyorlar ki dayak yedikçe haklılıkları biraz daha belgeleniyor, direnç, perçinleniyor.

İki gün arayla Dolmabahçe’de yaşananlar şimdi memleketin gündeminde. Yumurtayla gelenlere öldüresiye dayak, satırla gelenlere çıldırasıya jest, müsamaha. Hayır, “onları da öldüresiye dövselerdi o zaman” deme hıyarlığına düşenlerden değilim. Durdurulan otobüslerde satır, döner bıçağı, beyzbol sopası ve benzeri bilimum kesici delici alet bulduktan sonra onları alıp “tek gözaltı” yapmamalarına değinmek lazım. Başbakan’ı protesto etmeye ise neyle gideceğinin bir önemi yok, işte gösteriyorlar, “GİDEMEZSİN Kİ”.

Ayrıca artık kafaları da kumdan çıkarmak şart. Bir baltaya sap olamamış mesleğidir polislik. Bireysel olarak kendini toplum içinde varedememiş, ifade edememiş, zihinsel gelişimini sağlıklı biçimde tamamlayamamış “erkek” mesleğidir. Kadınları bile zihnen böyle “erkek olanlardan” seçilir. Kamu Personeli Hayvanlık Derecesi Sınavı’ndan geçerler. Yıllarca eğitildikleri okullarda düşmanın kim olduğu, kime en sert vurulacağı kulaklarına fısıldanır.

Kurtlar Vadisi falan izleyen, mafya olmaya özenen, verseler eline dünyayı hizaya getireceğini zanneden ama iki lafı bir hizaya getiremeyen, kendini şiddetle ifade etme eğilimde olan adamdır polis. Üzerindeki üniforma ve eline verilen silah, belindeki kelepçe, ancak psikologların derin derin analiz edebileceği bir psikolojiye sokar onu. Hakimdir yolda kimlik kontrolü için durdurduğu insanın karşısında, “kimliğini çıkar lan hayvan” diye hitap eder en kibarından. Saat 11’de evine doğru yürürken gasp edilen genç kadına karakolda “o saatte neden dışarıdaydın” diye sorar. Gaspçının ailesine mağdurun adresini verir, “ikna etsinler” diye. Hırsızlık, yaralama, gasp, soygun, dolandırıcılık yapanlar değildir onun düşmanı çünkü. ‘Büyük abi’lerinin kendisini yaratan, besleyen düzenini değiştirmek isteyen, ses yükseltendir düşman. İyi öğretirler ona “neredeyse çocuk sayılabilecek yaşta” üniformayı üzerine geçirdiğinden beri, kime işkence edileceği, kime tecavüz edileceği, kimi yıldırmak için en sert fiziksel ve psikolojik muamelenin nasıl uygulanacağı. Üniformasıyla bütünleştikçe hayvanlaşır, üniforması derisine dönüşür bir yerden sonra. Onsuz kendisini eksik hisseder ve onunla dünyanın sahibi.

Şimdi birileri bu insansılardan “merhamet” bekliyor. Dayak yiyen gençler için özür istiyorlar şeflerinden. Daha yumuşak olsunlar gençlere karşı deniyor mesela. Yıllarca onlara öğretilmiş şeyin tersine hareket etsinler istiyorlar. Polis hiç “özür dilerim” der mi? Yıllarca muhteşem biçimde şişirdiği egosunu bir lafla deler mi? Polis küfür eder, hakaret eder, dayılanır, tehdit eder, döver, işkence eder. Polis yapması için eğitildiği şeyi yaptığından dolayı özür dilemez, ağzından köpükler saçarak küfür ederken tekrar vurmayı tercih eder.

Dayakla köpeği bile uslandıramazsınız. Özgür iradesi ve düşünebilecek bir beyni olan insan dayakla uslanmaz. Beyni olmayan dayakla uslandırabileceğini sanır. Ve bu tanık olduklarımız ‘müdahale’ değil, bilinçli olarak uygulanan ‘uslandırma dayağı’dır. Vurmasınlar demeyin boşuna, durmazlar. Tam tersine, “vurun be hayvanlar” diyebilirsiniz mesela, çünkü bir gün “keser döner, sap döner”…


'Ben sevişsem sanat olur bebeğim'


Şükran Moral’ın “Amemus” performansı gündeme oturdu son günlerde. Hep biraz soğumasını beklemeyi tercih ediyorum, biraz dışına çıkıp, uzaktan bakabilmek için ya da farklı çevreler tarafından nasıl karşılanacağını görmek için. Moral’ın sahnedeki yatakta bir kadınla seviştiği performansını “Bu bir sanat mı, tartışılır“ sözleriyle değerlendirenler de var, “Röntgenciliği sorguladı” diyenler de. Olayı enine boyuna okudum röntgenciliği sorgulayan bir yan bulamadım. Yani kadın çıkıp asistanıyla sevişmek istemiş, bunu yaparken izlenme fantezisini de devreye sokarsa çok ses getireceğini görmüş, üstüne bunun sansasyonu var, reklamı var, “Almanya’dan iyi valla” derler bizde.

Geçenlerde işittiğim bir laf var hoşuma gitti. Hani yazılmış bir şiiri enine boyuna mıncıklamayı öğretirler ya bize edebiyat derslerinde. Okuyup ondan keyif almak yerine “şair orada ne demek istiyor” onu bulmaya çalışmayı öğretirler. (Belki tehlikeli bir şey kastettiyse genel algıyı delil olarak kullanabilmek içindir.) Oysa “şair orada ne demek istediğini kendi de bilmiyor” çoğu zaman. Esiyor yazıyor, esiyor yapıyorlar. Yapmış işte bir şey, beğenirsiniz, beğenmezsiniz bilemem.


Ben size daha beterini hatırlatayım. Şükran Moral’ın yaptığı geçmişte yaşadığımız bir kavramsal sanat faciasının yakınına bile yaklaşamaz. 2006 yılında Çılgın Bedriş “attırdığı” peçeteyi sergilemişti hatırladınız mı? (‘sperm’ demeyi ben de biliyorum ama burada durum tam olarak attırmak, yanında iki kuple kavramsal sanatla.) Bedri Baykam ilginç bir adam, peçetenin birine ‘attırmış’, o gün iş yapmayacağını bilecek kadar zeki demek ki, 35 yıl boyunca saklıyor, Çılgın Bedriş olarak “Bedri’dir ne yapsa yeridir” ehliyetini aldığına ikna olunca da alıyor eline peçetesini koşuyor bir galeriye. Galerici de "Spermen Bedri’nin" aradığını arıyor zaten, içinde adı geçen sansasyonlar, hem de sıradan birinin “atmığından” yüzlerce kat değerli, 35 yıl dinlendirilmiş Bedri’nin “atmığı”. Kişisel yorumum yerine o dönem Behzat Uygur’un konuyla ilgili söylediği bir lafla bitirelim; “biz de tiyatro sahnesine çıkıp ortaya sıçmayı düşünüyoruz”. Adam her birinin ruhundan sanat fışkıran bireylere dönüşeceğini bile bile sırf sanata hizmet için sanatsal tohumlarına kıyıyor siz ne diyorsunuz. Çok ayıp!

Cuma, Aralık 03, 2010

14. katta esrar tarlası olur mu, yaptım, olacak


Burası Ataşehir’de bir blok, aklıma Ali Aağaoğlu’nun vecizi geliyor; “hep düşünürdüm 14. katta esrar tarlası olur mu diye, yaptım, olacak.”

Ataşehir'de 14'ncü kattaki lüks stüdyo daireyi uyuşturucu serası haline dönüştüren Vahdettin C.C. yetiştirdiği uyuşturucudan polise de satmaya çalışınca yakayı ele verdi. Adamın ikinci adı ve soyadı olduğunu tahmin ettiğim C.C başlı başına ilginç zaten, çok manevi anlamlar çağrıştırmıyor değil. Neyse efendim özel ışıklandırma sistemleriyle donatılarak esrar serası haline dönüştürülen dairede, Esrar, Kök Hint Keneviri, Halüsünojen mantar, 1314 gram esrar, 54 kök marihuana ele geçirilmiş.

Sevgili Vahdettin C.C’ye Ali Ağaoğlu’nun 10. katta bahçe hayalini geliştirerek 14. katta “tarla” şeklinde gerçekleştirdiği için tebriklerimi iletiyorum. Ali Abi daha hayal kurmaya devam etsin, çoktan eyleme geçenler var.

Perşembe, Aralık 02, 2010

NASA’dan Wikileaks’e gündem ayarı


Önceki gün, yani 1 Aralık günü gazetelere uzun zamandır üzerine fazlaca düşündüğüm bir haber düştü. NASA dün itibariyle dünya dışı yaşamla ilgili çok önemli bir bulguyu kamuoyuyla paylaşmaya karar vermişti, açıklama Türkiye'ye göre akşam saatlerinde yapılacaktı. Ben haberi sabah 08.00 gibi okudum, basın toplantısı ise akşam 9 gibi, o saate kadar içim içimi kemirdi durdu.

Dünya içi yaşamdan ve insanın hayvanlaşma yolundaki evrim sürecinin önlenmesinden umudumu kestiğimden beri ilgi alanlarımdan biri de dünya dışı yaşam. Son zamanlarda konu üzerine kanım ise daha müspet delillere ulaşıldığı, belki ispatlandığı fakat bunun kamuoyuna açıklanmadığı yönündeydi.

Neyse uzatmayalım hayallerim yıkıldı, açıklanan keşif bilim dünyasının “yaşamın temel taşlarıyla ilgili” görüşlerini derinden sarsacak olsa da, dünya dışı yaşamla değil henüz zaten çok küçük bir kısmına vakıf olduğumuz dünya içi yaşamla ilgili. Bugüne kadar bilim insanları yaşamın varolması için 6 temel elemente ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Her canlı türünü oluşturan temel elementler karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor ve kükürt olarak bilinirdi. Dünya dışı yaşam için araştırılan yerde öncelikle bu elementlerin varolması şartı aranırdı. Yeni keşif ise bu algıyı temelinden değiştiriyor, çünkü keşfedilen yeni bir bakteri çevresel koşullarından dolayı bunlardan fosforun yerine her canlı için zehir olarak kabul ettiğimiz başka bir şeyi DNA’sına eklemiş; arsenik. Hem de bunu dünyada yapmış, çok uzak bir yerde değil. ('Tahta' illa lazım değilmiş araştırdım.) Bu kadar bilimden bahsettik, hayal kırıklığım da ET’yi bulduğunu açıklayacak sandığım insanların ancak bir bakteri bulması, onu da utanmadan dünyada bulmasıdır.

Biz komplo teorilerini çok severiz, örneğin Wikileaks’le ilgili son komplo teorisi işin İsrail’in başının altından çıktığı. Birkaç AKP’li kuyuya taşı attı, geri kalanları atladı, medya da hiçbirini çıkaramıyor. Ben de işte dün heyecanla NASA açıklamasını beklerken 12 saat kadar, böyle bir teori ürettim. İster misin ET’nin fotoğraflarını çarşaf çarşaf yayınlasınlar da biranda “ulan geliyorlar” ruh haline kapılan herkesin gündeminden Wikileaks düşüp, yerine bizim parmağı el fenerine evrimleşmiş ET geçsin.

Hadi biraz daha geliştirelim, hani şu bilim insanları hep “ayrı bir inek” tipi olarak resmedilir ya. Yine de içlerinde vatanperver unsurlar vardır, bundan eminim. Sonuçta NASA’lı bir inek olsanız, bir de üstüne utanmadan, vatansever bir inek olsanız. Ülkenizin çok gizli bazı belgeleri açığa çıkmış ve uluslararası ortamda ele güne rezil olmuş olsa. Siz de durumdan vazife çıkarsanız ve kendi alanınızdan bakarak gündemi nasıl değiştiririm diye kafa yorsanız. ET’nin keşfini açıklamanın daha güzel bir zamanı olur mu?

Ben açıkçası Wikileaks’i falan unutur ‘merhaba Messi, İniesta, Xavi biz dostuz’ demenin bir yolunu bulurdum. NASA’ya, ET’ye, Wikileaks belgelerine, AKP’ye ve haftanın diğer gündemi Barça’ya değmeyi başaran gündem çorbamı okuduğunuz için teşekkürlerimi sunarım ama yok öyle şeyler, işler sadece basit akıl yürütmelerde böyle yürüyor.

Salı, Kasım 30, 2010

Çocuğun elimizde, tekrar görmek istiyorsan...


Biraz da eğlenelim değil mi? Bir süredir iş güç hayat yorgunluğundan makara yapacak fırsat ve malzeme bulamamıştık. Kadıncağızın kedisi kaybolmuş, 10 gün sonra kapısında bu not. "Parlemet sikarasını" merdiven altına bırakmış ve ertesi gün kontrol ettiğinde sigara yerinde değil, kediden ise hala ses yok:)

Pazartesi, Kasım 29, 2010

Köseleye dönmüş politikacı yüzlerine bakış: Wikileaks


İçinde komedi de bulunabilir aranırsa. Biraz daha soğumasını bekliyorum bunun için. Yine de şimdiye kadar piyasaya çıkanların içinde açıkçası en çok ilgimi çeken Başbakanlık Örtülü Ödeneği'inden Trabzonspor'a futbolcu transfer etmesi için para aktarılması oldu. Henüz ne Başbakan cephesinden ne de Trabzonspor cephesinden bir açıklama gelmedi, yazmak için bunu bekliyorum.

Diğer tarafta ise tarihi bir "tesadüf" gerçekleşti! Belgeler açıklandığı gün ABD'de bulunan Dışişleri bakanı Davutoğlu ve Hilary Clinton görüşmesi ve ardından gelen açıklamalar. Birisi "diplomatlarımızın görüşleri bizim politikalarımızı her zaman şekillendirmez" dedi çıktı işin içinden, Davutoğlu ise köseleye dönmüş politikacı yüzünün tam tarifini verdi; "belgelerde yazılanlar dış politikamızda değişikliğe sebep olmaz."

Böyle olmak zorunda tabii ki. Kapalı kapılar ardında diplomasinin ince diliyle tecavüzler zaten gerçekleşiyor durmaksızın. Kimin kime gücü yeterse, kim kime karşı üstünlük kurmuşsa ya da kurarsa. İsrail'le "alçak koltuk skandalı" yaşanmıştı hatırlamakta fayda var. "Diplomatik nezaketsizlik" olarak tanımlanmıştı bu. Sanki koltukların seviyeleri eşit olsa doğrudan politik seviyeler de eşit olacaktı. Davutoğlu olayı çok daha ironik. Hakarete varan tespitlerle birlikte gerçekler de var bana göre ABD diplomatlarının görüşleri arasında. "İslamcı" diyor; değil misin yani? "Vizyonsuz"da değil misin aynı zamanda? Ama kaşarlanmış olmak zorundasın. Sonuçta dış politikada diplomasinin zımparalanmış ince diliyle "orman kanunları" yürütülmektedir. Büzük sıkmaz öyle, "sen bana şunu demişsin ben sana küstüm tavrı" yapmak 'büyük ağabeye'!

Perşembe, Kasım 11, 2010

“Ben çevrecinin daniskasıyım”


2008 yılında yine yazılıp çizilip eline verilmeksizin bir Cuma namazı çıkışında anımsadığım kadarıyla Rize’de sarf etmişti bu yumurtayı Tayip Erdoğan. İmam fossuruyor cemaat sıvıyor, bizim memlekette işler hep böyle yürümez mi? Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu “biz sözde değil özde çevreciyiz” dedi 5 gün kadar önce. Hedef tahtasında çevreci aktivistler var, çünkü en ufak bir pürüz istemiyorlar. Dikensiz gül bahçesi istiyorlar ki atlarının toynaklarıyla delik deşik edebilsinler toprağı, birtakım uzuvlarıyla cirit oynarken.

2008’de hedef nükleer santrale karşı olan çevrecilerdi. Onların işi gücü yok, boş zamanlarını doldurmak için böyle şeylerle uğraşan 3-5 kişiler demeye getiriyordu açıklamasının devamında, “ben o kadar çok ağaç diktim ki” diyordu.

Bu defa hedef, açık doğa katliamının kitle imha silahı haline gelen HES’lere karşı çıkanlar. İhaleler peşi sıra geliyor, sakın ağlamaya niyetlenmeyin iki damla gözyaşınızı bile para kaynağı olarak görüp santral kurmaya kalkarlar. “Biz onlardan daha çevreciyiz, çevreciliği biz biliriz” diyor Eroğlu, “termik santral yapsak hava kirliliği nice olurdu.”

“Mal” demenin hakaret davasına yol açmayacağı bir edebiyat henüz yeteneklerim arasında değil maalesef. O ağacın yetişeceği ve besleyeceği doğal ortamı yok ederken bir yandan, diğer tarafa kıçıkırık iki fidan dikmeyle dünyayı kurtarırım mı sanıyorlar gerçekten, yani sahiden buna inanıyorlar mı merak ediyorum?

2B bunların döneminde geldi, kaç araziye orman vasfı yitirtildi sadece söylentileriyle birlikte. Antalya’da yanan güzelim ormanların kalan kel arazileri hangi holdinglere peşkeş çekildi. Kaz Dağları nasıl yolunmuş kaza çevrildi altın uğruna. Nükleer santral ihaleleri, HES ihaleleri kimlere peşkeş çekiliyor. Evet bu açıdan bakınca sağlam çevreciler aslında. Baksanıza ne kadar eş dost akraba holding varsa büyüyor. Tarih çevresini bu kadar gözeten, besleyen bir iktidar daha yazmamıştır herhalde.

Nacizane bir önerim var; sabahları çok sıkışmış kalkıyorum, birkaç dakika sürüyor yükümü boşaltmam, gelip oraya da bir santral kursunlar, ampullerini yakacak enerji de benden olsun. Memleket ve cemaat ekonomisine katkımız olur belki.

Cumartesi, Kasım 06, 2010

Türban yasak giriş serbest, küpe serbest giriş yasak


Türban sorununa hiç bulaşmadım. Bu konu pek bu kadar gündemde değilken fikrim kılık kıyafet özgürlüğü çerçevesinde herkesin istediğini takarak eğitim kurumlarına, devlet dairelerine gidebilmesi gerektiği yönündeydi. Fakat tartışmalar giderek alevlenip başörtüsü/türban kültürel bir simge olmaktan çıkıp dini bir sembol haline geldikçe hatta dini sembol olmaktan da çıkarılıp siyasi bir çarpışma alanı haline dönüştürüldükçe ‘o eski fikrimden eser yok şimdi.’

Tartışmaya uzun uzadıya girmeye niyetli değilim. “Din toplumların afyonudur” der Marks (c.c.) ben de olaya bu pencereden bakıyorum. Dinlerle birlikte her türden dini sembol bu anlamda gericiliği temsil eder kanımca ve Hz. Lenin (s.a.v.)’in de hadis-i şeriflerinde ifade ettiği gibi, kabaca söylersek; “gericilik desteklenmemelidir.” Türbandan, papaz kıyafetinden, molla cüppesinden ve erotik filmler haricinde rahibe kıyafetinden desteğimi huzurlarınızda çekiyorum bu vesile ile.

Eğitim kurumları, devlet daireleri vesaire, yani son dönem moda tabiriyle ‘kamusal alan’a iştirak ederken uyulması gereken bir kılık kıyafet yönetmeliği var. Bu yönetmelik gözüne sokularak kıllık yapılmayan birey yoktur memleket sathında. Kimisi toplumsal destek ve siyasal konjonktür gereği böyle azmış bir biçimde kendi yönetmeliğinin iffetine nasıl kast edilir bunun gösterisini sergilerken bir tarafta, diğer tarafta kendinden menkul siyasal ve toplumsal desteğiyle can çekişen, bir aksesuarı kullanma özgürlüğüne sahip çıkmaya çalışan bir hoca var.

Cuma Toygar Manisa’da sınıf öğretmenliği yapıyor. Öğrencilerine bireysel özgürlüklerden söz ederken “o zaman küpe takın hocam” diyen cin akıllı bir öğrencinin gazlamasını kulağına küpe etmiş, sonuçtan kendisi de öğrencileri de memnun kalınca eğitme-öğretme hayatını küpeli olarak sürdürmeye karar vermiş. Çevreye karşı duyarlılığından dolayı kendisine il düzeyinde bir ödül verilecek olan törende, Manisa Valisi Ayetullah Hazretleri Celalettin Güvenç tarafından küpesi görülünce katli vaciptir fetvası verilmiş ödülünü bile alamadan defedilmiş, üstüne bir de soruşturmayla güzelce sulanıp sürgün vermiş.

Kıllık kıyafet yönetmeliğinde erkeklerin küpe takmasıyla ilgili hiçbir kısıtlama yok, örf ve adetlerimizde olmayan bir durum olduğu için delikanlı adamın küpe takması, eklemeyi unutmuşlar zamanında. Benim de vücudumun çeşitli yerlerinde metal aksesuarlar var ve bunların bir kısmı da kulaklarımda ki biz onları küpe diye çağırıyoruz aile arasında. Ben de vakti zamanında bununla ilgili her türlü mahalle baskısı, öğretmen baskısı, idare baskısı, patron baskısıyla cebelleşmek durumunda kaldım. Hatta bir defasında “düzgün otur ulan küpeli ibne” diye ağzından köpükler fışkırtan bir grupla Kadıköy-Karaköy vapurunda karşılıklı sopalaştım. Ve evet o meşhur soruyu hemen her kültür düzeyinden insandan işittim. Şimdi yine aynı soruyu duyar gibi oluyorum çünkü bunu milyonlarca kez cevapladık; “evet ibneyim, bir sorun mu var?” Güzide memleketimizdeki küpeli algısı, sayısı kısıtlı birkaç kurtarılmış bölge dışında hep böyle olmuştur ki oralarda da sadece hoşgörüyle karşılanırsınız. Yani sizi anlamazlar da “bırak ne bok yerse yesin bu şimdiki gençler hep böyle” der göz yumarlar.

Siyasal konjonktürün rüzgarını arkasına alarak keyiflerine göre kılık kıyafet kıllığı yapanların piyangosundan Cuma Öğretmen’e iki disiplin cezası, bir maaş kesintisi ve bir de sürgün çıkmış. İlkokullara bile türbanı sokacak kadar memleketimizi demokrasiye doyurup özgürleştirenleri “şimdi türbanı da tastamam, iffeti tescilli, pek sevgili kızlarımızı ‘ibne’ler mi eğitecek” korkusu sarmış olmalı. Bir yandan özgürlüklerden dem vurup diğer tarafta öğrencileri tarafından fazlasıyla sevilen bir öğretmene çektirilen işkenceyi başka türlü nasıl açıklayabiliriz.

Not: Benim görüşüm her ne kadar bu yönde olmasa da, bu koşullarda yine bu zatların bakış açısından ilk büyük Türk ibnesinin kim olduğunu açıklamayı da bir borç bilirim. Kendisi aynı zamanda İslam aleminin manevi önderliği olan halifelik mevkiinin de Osmanlı’daki ilk sahibidir. Hadi adını da siz tahmin edin fotoğrafını bile verdik…

Pazartesi, Kasım 01, 2010

Kurt kocayınca bana havale ediyorlar 2

Buna da bunama mı dersiniz yoksa ilgisizlikten ve unutulmuşluktan çıldırmış bir dimağın çaresiz çırpınışları mı? Bazı insanlar kendilerine yazık etmeden kenara çekilmeyi becerebilmeliler ama yapamıyorlar. Demek ki şöhret böyle tatlı bir vaka, insan tadını aldığı zaman bırakamıyor.

Erol Büyükburç kendisinin bildiği 4 çocuğunun olduğunu ama bu sayının 20’den bile fazla olabileceğini söylemiş bir TV programında. Sebebi ise kendisinin zeka düzeyinin çok ileri olduğunu anlayan bazı ajanların spermlerinin peşine düşmesi ve almayı başarmış olmalarıymış. Bitti sanıyorsunuz ama bitmiyor, sabah şekeri sunucu bakıyor kaşıyacak damar bulmuş, veriyor ayarı; “uzaylılar olabilir mi Sayın Büyükburç?”

"Bir kadınla birlikte olduktan sonra uyandığında vücudunun altın renginde olduğunu gördüm ve bunun ne olduğunu anlayamadım. Ciltte bir parlaklık, değişiklik olmuştu ne olduğunu anlayamadım, daha sonra bir şey oldu sanki beynime çip koydular. Müzikte kimsenin anlayamayacağı bir noktaya geldim." Erol abi almış gazı, tutmuş yolu, sunucunun zokası ne ki, istenenden fazlasını veriyor. Ey popüler kültür senin yamuk yumuk bir zımbırtı olduğunu ben biliyorum da, helak ediyorsun insanları yahu! girişteki fotoğraf programdan, avucundakiler de kopya olsa gerek.

Aşağıdaki video geçmiş yıllardan, 4-5 yılı vardır sanırım rahat. müzik yarışması programlarının sayısının Erol Büyükburç'un olası çocuk sayısından fazla olduğu yılları hatırlarsınız. İbretlik paylaşımdır, youtube.com'un açılması şerefine.

http://www.youtube.com/watch?v=gTkCjRizuvk


Pazar, Ekim 31, 2010

Kurt kocayınca bana havale ediyorlar



İhtiyarlık zor zanaat. Güçten düşmek var, insanların yardımına ihtiyaç duymak var, akıl bulanmaların sonucu elalemin maskarası olmak var. Milletin ihtiyarlık planları nedir bilmiyorum ama benimki fazla ihtiyarlamamak, ona göre yaşıyorum. Bir süredir Erbakan’ın siyaset sahnesine tekerlekli sandalyesiyle birlikte dönüş yapmasıyla ilgili bir şeyler yazmayı düşünüyordum ama ne yazsam ağır olacaktı. Hafifi bugün geldi; hoca demiş ki “devrim arabasını ben yaptım hem de tek başıma”. Evet evet hani şu bildiğiniz meşhur ilk yerli otomobil olan “Devrim’den” söz ediyoruz. İlerlemiş yaş, mazur görmek lazım. Biliyorsunuz geçenlerde bu otomobille ilgili bir belgesel yapılmıştı. O belgeselin 2 yıllık araştırması boyunca hocanın adına tek bir satır belgede bile rastlanmamış, hani oradan geçerken bile gören olmamış. Yani haber doğru, Devrim’i hoca yapmış, gidin temizleyin altını.

Pazar, Ekim 24, 2010

En güzeli 'Tipitip' askerlik

Benim de canı yanan arkadaşlarım var bu askerlik mevzusundan. Ben yaptım geldim tuzum kuru açıkçası. Yine de bu belirsizliğin beklentileri olan insanlar üzerinde olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. Son 1 yılda artık neredeyse her ay, ondan önce de daha seyrek olmakla beraber mütemadiyen bu askerlik meselesi pişirilip pişirilip önümüze koyuldu. Politikacıların attığı adımlarda alt metinleri okuma konusunda becerikli görürüm kendimi. Onlar ‘Ankara’ derken aslında ne demek istediklerini, ‘kuzeyi’ gösterirken ne yönü gizlemek istediklerini görebilen bir içgüdüm olduğuna inanıyorum.

Anlayamadığım, göremediğim şeylerden biri şu askerlik meselesini niye temcit pilavına çevirdikleri. Yani TSK ile böyle bir çalışma yapıyor olabilirsin, bir niyetin olabilir ve süre üzerinden pazarlık yürütüyor olabilirsin, peki bitmemiş bir pazarlığı neden sürekli kamuoyu gündemine taşır insancıkları şaşkın ördeğe çevirirsin? Maksat TSK üzerinde kamuoyu baskısı yaratmak ve bu yolla pazarlıklarda avantaj elde etmekse bir tarafınızla gülüp geçiniz. Olmaz o iş.

Tek tip askerlik, çok fit askerlik derken resmen tik sahibi ettiler insanları. Amaç askerlik süresi mevzusunun doğrudan ilgilendirdiği halihazırda silah altında olan 1 milyona yakın, hazır durumda olan başka milyonlarca gencin beynini mıcıklamaksa, başarıyorlar. Aptala dönmüş onlarca insan var çevremizde, vurgun yemiş gibi bir o habere bir bu habere inanıp cücük kadar hakim oldukları geleceklerini planlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca tazecik insanın beynini sündürdüler, amaç buysa, ‘görev tamamlandı.’

Benim önerim ‘Tipitip askerlik’ olması yönünde. Bizim kuşak ve yukarısı herkes hatırlar kendisini. Bilgisayarlı analizler yapılsın, tipi Tipitip’e tutanlar askere alınsın, tutmayanlar da işine gücüne baksın.

Perşembe, Ekim 21, 2010

Fatmagül bir gün, beyinlerimiz her gün..


Ne tecavüzcü milletmişiz yahu.. Bir saf akıl yürütme var bizim memlekette, Müslüman ülkeyiz ya ‘avrupada ahlak çökmüş arkadaş, bizim gibi namuslu değiller.” Bu akıl yürütmeyi yapan safdiller tabii günde en az 6 gazeteyi didik didik okumak için benim gibi en az 3-4 saatlerini harcamıyorlar. Bu saflığın sosyolojik açıdan izahını üstlenmeyeceğim, zira bu memlekette olan biten her şey artık beni öylesine yoruyor ki, kaçıp gitmekten başka bir şey düşünemez oldum. Radikal’den Pınar Öğünç yazmış, tereddütsüz altına imzamı çakarım bu sözlerin;

“Öyle durumlar oluyor ki, o gazete kupürünü, televizyon haberini, her neyse yanınıza alıp herhangi bir ülkenin konsolosluğuna başvursanız, size sorgusuz sualsiz iltica hakkı verirler, bu ülkede yaşanamayacağına tereddütsüz onlar da ikna olur.”

Diziyi izlemedim, meşhur olan tecavüz sahnesini de. Uğruna yazılmış o kadar çok şey okudum ki, izlememe gerek bile kalmadı. O yazılıp çizilenlerin de dizi yapımcılarının tam da istediği şey olduğunun farkındayım. Elden bir şey gelmiyor. Bizim memlekete has bir hastalıktır, ‘suyunu çıkarırız biz ölesiye.’ Cem Yılmaz bir espri yapar, 73 milyon ağız sakız gibi çiğneye çiğneye canını çıkarır, o da yetmez 5 kat daha bayat bir hale gelene kadar da versiyonları türetilir. Bu tecavüz meselesinde de böyle oldu, üretilen iğrençlikleri akıl izah edemiyor lakin türemeye de devam ediyor.


Buyurun buradan yakın. Fatmagül’ün şişmesi yapılıyormuş, patentini de almışlar hatta. Haberi yapan gazetemsi kağıt parçasının cin fikirli muhabir bozmasının yumurtlaması mıdır yoksa diğer cin fikirli kıt akıllı üretici firmanın sloganı mı bilmem, “ister tecavüz et, ister koynuna al yat.”

Kaçın kurtarın kendinizi, eline almış, niyeti bozmuş bir güruh var peşinize düşmüş ve hiçbir yer güvenli değil. TV ekranında o ‘şey’ler Fatmagül’e değil dimağınıza kaldırılmıştır, sürekli olarak da girip çıkmaktadır. Hala yakalanmadıysanız da bir kuytuda sizi bulmaları an meselesidir.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

Bir yıldız kaydı, haydi dilek tut


20 Ekim öğleni, Arif Damar'ı kaybettik. Dünyayı şiir gözüyle görebilen bir yürek daha uçup gitti.

Gitme Kal...

Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
"GİTME KAL" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir

Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir incir ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir

Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir

Ne’çok severdik seni aklına getir

Arif Damar

Salı, Ekim 19, 2010

Kürtçe tercüman, bilinmeyen bir dil

KCK Davası dün başladı. Bilmeyenler için açıklayamayacağım. Ben bu davanın mevcut hali itibariyle de sonuçları bakımından da ülke tarihine kazınacağını, yıllarca süreceğini düşünüyorum. Sanırım sadece dava değil sonuçlarının da etkisi yıllarca toplumsal hafızamızdan silinmeyecek. Tavrımın ucunu da böylece açık bırakır kaçarım. Bu yazı, başka bir meseleyle ilgili.

Vurgulamak istediğim nokta; şu dil meselesi. Dün avukatlar, sanıkların savunmalarını ana dilde yapma taleplerini mahkeme heyetine iletti. Sanıklar Türkçe ve Kürtçe akıcı biçimde konuşabildikleri halde, davanın siyasi içeriğine dikkat çekerek salonda anadillerini kullanmak, “anadilde savunma yapabilme hakkını” vurgulamak istiyorlar. Aslında bunun önünde hukuki bir engel yok, CMUK’a göre talep uygun. Bu talep geldiğinde mahkemenin sanığa bir tercüman temin etmesi gerekiyor, usul bu, mahkeme salonlarımız da bunu ilk kez yaşamıyor. Davanın pek sevgili heyeti bu taleple ilgili kararını bugüne bıraktı. Ben de ‘bağımsız-bağlantısız’ yargı olsam, özgür irademle ve hukuk çerçevesinde böyle bir talebi karara bağlamaz, keyifleri nasıl arzuluyor diye akşam önce ağabeylerime sorardım!!!

Daha önce de mahkemelerde sanıkların Kürtçe savunma yaptıkları ve tercümanlar aracılığıyla yerinde çevirilen savunmaların tutanaklara bu şekilde geçtiği oldu. Ben şuan kendimi okuyor olsam nerede ‘ama’ diyecek diye içimden geçirirdim, işte o ama noktası; resmi ideolojiye göre hala Kürt diye bir millet olmadığı için, Kürtçe diye bir dil de yok. Örneğin tek kelime Türkçe bilmeyen bir şahıs mahkemeye çıktığında, mahkeme kendisine bir Kürtçe-Türkçe tercüman temin edebiliyor fakat kayıtlara bu savunma “bilinmeyen bir dilde yapılmıştır” notuyla düşüyor. “resmi ideoloji” bilmediği dilin tercümanını attık-tuttu metoduyla buluyor olsa gerek, her defasında Kürtçe tercüman geliyor fakat dilin ‘ne idüğü’ bilinmiyor.

Sanırım 1999 yılında bir yerlerde okumuştum böyle bir hikayeyi. Doğu illerinde ihtiyar bir amcamızın işi mahkemeye düşüyor. Amca tek kelime Türkçe ne konuşabiliyor ne de anlıyor. Hala resmi olarak Kürtçe tercüman olmasa da her zaman olduğu gibi bir tercüman bulunuyor. Amcamız savunmasını yapıyor, Kürtçe tercümanı çeviriyor. Her şey bittiğinde hakim tutanağa ‘bilinmeyen bir dille yaptığı savunmasında’ diye not düşecekken tercüman devreye giriyor. Hakime ‘sanığın dilinin Kürtçe olduğunu, kendisinin de dilin Kürtçe olduğu bilinerek tercümanlık için çağırıldığını, bu nedenle tutanaklara da dilin bilinmeyen dil olarak değil ‘Kürtçe’ olarak not düşülmesi gerektiğini” söylüyor. Yaşanan çetin tartışmalar neticesinde hakim sonunda pes etmek zorunda kalıyor ve tespiti patlatıyor; “tercümanın Kürtçe olduğunu iddia ettiği bir dilde savunma yapmıştır.”

KCK davası memlekette neleri çözer bilmiyorum. Sanıklara izin verilsin ya da verilmesin bu coğrafyada 6bin yıllık geçmişi olan bir kültürün ve dilin bu davanın sonunda denklemin ‘bilinmeyen’ hanesinden çıkarak kimliğine, adına kavuşacağını düşünüyorum.

En azından artık bilinmeyen dilin adının Kürtçe olduğu öğrenilir. Neil arkadaşın da dediği gibi “bizim için küçük, Kürtler için büyük bir adım.”


Son dakika notu: Sanıkların Kürtçe savunma talebi mahkemece reddedildi.

Pazartesi, Ekim 18, 2010

Muasır medeniyet akıllı olsun akıllı!!

Bir karar verdim, ben bu mahalle baskısı denen şeyin her türlüsünü seviyorum. Ki biz son zamanlarda birbirimize basa basa tam saha presten daralmış bir millet olarak baskıyı ecnebilere yöneltmiş durumdayız, bu da bugün olan olaydan sonra nacizane tespitimdir kayıtlara geçsin lütfen.

Daha üç gün önce aslını erken kaçırttığımız için Kustirica’nın fotokopisini bulduk dövdük. Adamcağız fotoğrafta, yediği dayağın kederinden viski şişesine dayanmış çekiyordu kafayı gündüz vakti. Az bir vakit öncesinde Tophane delikanlıları yine sanatsever entel küntel tayfasına ‘burada içki içiyonuz lan’ sopasını atmıştı. Ecnebilere dönük olmasa da kısa dönemli hafızamızda bayatlamak üzere olanlar listesinde. Toplum olarak sanata ve sanatçıya olan ilgimizi özetlemeye yeter sanırım. Ama bugün olan, daha önce hiç olmamıştı…

Millet olarak bugün bir sanat eserini dövmeyi başardık. Daha önce eserlerinden dolayı sanatçıları dövdüğümüz olmuştu ve toplumca bunu kanıksadık neredeyse. Ama içimizden hiçbir cin akıllının aklına doğrudan sanat eserini dövmek gelmemişti, onu da başardık. Sonunda Atatürk ilke ve inkılaplarına sonuna kadar bağlı, zeki, çevik ve ahlaklı bir gencimiz bugün bunu hayata geçirdi.

Kısaca mevzuyu anlatmak gerekirse; Danimarkalı iki sanatçı İstanbul’da düzenlenen uluslararası bir festival kapsamında sanatsavar ülkemize geliyor. Şehrin çeşitli meydanlarında ‘serbest bölgeler’ yaratarak, paylaştığımız ortak alanlarda birbirimizle konuşup tartışabileceğimiz bir ortam oluşturmayı hedefleyen sergiler kuruyorlar. Bunlardan bir tanesi de Beşiktaş meydanında, aşağıdaki fotoğrafta yer alan çalışma da sergideki eserlerden bir tanesi.

Atatürk’ün bazı kesimler tarafından ‘din’ gibi algılanıp algılanmadığını tartışmaya açmaya çalışan gariban eser, bizim kültürümüzde tartışmanın ne olduğunu tam idrak edemediğinden olsa gerek Beşiktaş meydanında bulunan bir grubun tepkisini çekiyor. Eseri sabahın köründe uyku mahmuru yerleştirmeye çalışan sanatçı Rosan Bosch ve ekibiyle başlayan tartışmada sinirler geriliyor ve eserde Atatürk’e hakaret edildiğini söyleyen bir genç “Bu çok yanlış, bu çok yanlış” diye bağırırken tartışma konusu olan esere meydan dayağı çekerek yere deviriyor, sağlı sollu geçiriyor ve ağzını yüzünü parçalıyor.

Böylece sergi de amacına ulaşmış oluyor aslında. Yani ben böyle bakıyorum. Serbest alan yaratmakmış amaç, yaratılmış. Tartışma açmakmış, açılmış. Tamam belki Danimarkalıların beklediği tarzda değil ama tartışma nihayete bile bağlanmış. Girişteki fotoğrafta sanat eserini, tam görevini yerine getirdiği anda, hararetli bir tartışmaya girdiği gençle baş başa saygı ve sevgi çerçevesinde iletişim kurarken görüyorsunuz.

‘Bunu da yaptık listeme’ bir çentik daha atıyorum. Evet sonunda bir sanat eserine kelimenin tam manasıyla ‘meydan dayağı’ çekmeyi başardık. İcabında “sanatta akıllı olsun akıllı.”

Evet sırada ne var?

Pazar, Ekim 17, 2010

İmanın şartları; 1 örümcek adama inanmak 2...


Pek duyarlı olamıyorum ben. Yazıyorlar çarşaf çarşaf, fırtbook profillerinde paylaşıyorlar falan hatta insanlar; otizme karşı duyarlı olun, kansere karşı duyarlı olun falan filan. Olamıyorum ben, yani bilemiyorum, beceremiyorum herhalde. Yanağını mı okşamak gerekir otizmin, kanseri bir şey anlatırken dikkatle dinlemek, yaşıtınmış gibi ciddiyetle yanıtlamak mı gerekir, çözemiyorum. Mesela çok dalga konusu oldu bende “kalbini sev, kırmızı giy” kampanyası. Hergün kırmızı giydim seviyorum ne yapayım, bir gün yanlışlıkla mor giydim, o gün de seviyorum baktım, kafam karıştı. Neyse efendim konuyu dağıtmayalım, her ne kadar otizme karşı nasıl duyarlı olunacağını çözemediysek de nasıl olunmayacağını bugün itibariyle görmüş bulunuyoruz.

Bilindiği gibi ülkemizde zihinsel engelliler için özel eğitim kurumları var, bunların alanlarına göre özel olarak uzmanlarca hazırlanmış müfredatları, eğitim metotları var. Normal olanı da bu zaten, buraya kadar bir terslik yok. Yalnız bizim Talim Terbiye, ya son dönemlerde can sıkıntısı fazla diye ya da bunlar bilmez biz biliriz diye diye otistikler için özel olarak eğitim veren kurumların müfredatında değişikliğe gidip haftalık beden eğitimi- spor ders saatlerini düşürerek o saatlerin yerini din dersiyle doldurma yoluna gitmiş.

Uzmanlar somut konuları bile anlamakta oldukça güçlük çeken otistiklerin din gibi soyut bir konuyu nasıl anlayacaklarını sorguluyorlar, bu işin ciddi kısmı tabii, biz uzman değiliz. Ben sabahtan beri içinden çıkamıyorum, hangi şakaya vuracak olsam konuyu ayrı bir duvara tosladım. Ama yine de sormadan edemiyorum; yahu yağmur adama imanın şartlarını nasıl öğreteceksiniz, hadi öğrettiniz, niye öğreteceksiniz?